12 Mart 2012 Pazartesi

Saint-Exupery ve Ben





Enis Batur’dan alıntı:

“Ünlü çocuk kitabı ‘Küçük Prens’i yazan Saint-Exupery’nin pilotu olduğu uçağı, 2. Dünya Savaşı’nda düşüren Alman pilotu, ünlü bir alman televizyon spor sunucusu çıkmış. Üstelik adam, Saint-Exupery’nin hayran okurlarındanmış, savaştan sonra da öyle kalmış. Düşürdüğü uçağın onunki olduğunu 2008’de, yani yeni öğrenmiş.”


Bu bir vaka.

2003’te Galatasaray’daki İngiliz Konsolosluğu’na bombayla dalıp, konsolosla birlikte epeyi insanı öldüren aracın lastikleri önümde patladı. Araç, önünün boşalmasını sağlamak için böyle yapmış. Eğer gazete almak yerine, puaça yemeye veya çorba içmeye karar verseydim, şu an ölü biri olacaktım. O günden bugüne 8.000 sayfa / 40 kitap yazdım. Yani o kitaplar yazılmamış olacaktı. Ancak, ne intihar bombacısına, ne de şu anda hapiste olan planlayıcıya hiç kızmadım, çünkü ortaya kendi ölümlerini koymuşlardı.

Bu da bir vaka.

Bugün İngiliz Konsolosluğu’nu 15 metre irtifadan çaprazlama gören bir binada idim. Binanın tüm pencereleri, en az 200 pencereden keskin nişancı atışı yapılabilecek bir açıda. Ancak, binanın duvarlarını Çin Seddi’ne çevirmişler. İkiz Kuleler’i bile, önce içeriden, sonra dışarıdan vurdular. İngilizler, ambale olmuş, bu kadarını bile düşünemiyorlar.

Bu da rivayet muhtelif.

Korkunun ecele faydası olmuyor. Ya savaşa gider ölürsün, ya savaştan kaçar ‘Catch 22’ yazarı Keller olursun ya da Mehmet Aksoy gibi, sürgünde ‘Meçhul Asker Kaçağı Anıtı’ heykeli yaparsın.

Kafka’nın dediğince: Ölümle yaşam arasında bir seçim yoktur.

Dink ölü, Batur Paris’te keyif keka, yukarıdaki satırları yazıyor.

(29 Mart 2008)

Peter Brook ve Kapattığı Kapı

Brook ‘Açık Kapı’ kitabında şöyle demiş:

“İnsan tiyatroya yaşamı bulmak için gider ama tiyatronun dışındaki yaşamla içindeki yaşam arasında hiçbir fark yoksa, tiyatronun hiçbir anlamı yoktur.”

Bu kadar yanlış birarada, bravo.

Metne, yaşam için ilintili anlamlı olarak insan, tiyatro ile ilintili anlamlı olarak sanat sözcüklerini ekleyelim.

İnsan bir sanat eserini neden zihnine sokar?

Yaşayamadığı duygularını yaşamak için: Tür sineması örnekleri: Korku, güldürü, aşk, vd...

Yeni düşünceler edinmek için: Bazı filmlerdeki doğrusal olmayan zaman tasarımlarını öğrenmek için...

İnsan ve yaşam aynı mıdır?

Hayır: Ölüm ve ölümsüzlük var, eskiden yoktu, artık var.

Zeka / zihin ve yaşam aynı mıdır?

Hayır zihinsiz, ondan önce sinir sistemsiz canlı çok.

Her insan yaşamın her alanıyla ilgilenmez. Her insan her kültürün her alanıyla ilgilenmez. Bir insanın ilgilendiği tikel, tümelin milyonlarca biridir.

Sanat, yaşamı aşabilir mi?

Belki ama Brook’ta değil en azından. Bilimkurgu romanda evet.

Sanatın ve tiyatronun içindeki ve içindeki yaşam aynı olsa bile, tiyatro salonu tehlikesizdir, yaşam alanı tehlike doludur.

Brook, tek bir tümceyle bunları yok saymış. Yolları ve kapılarını kapamış. O bir çıkmaz yol zaten, tiyatroda da, yaşamda da, insanda da, zekada da...

Çinliler, bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen birinden korkmak gerktiğini belirtmiş.

Biz de Brook’un zeka ve bilgi eksikliğinden korktuk doğrusu ve okuru uyarmayı bir görev bildik.

(4 Nisan 2008)

Kültürel Topoloji

Herhangi bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğeler, bir sonraki yerzamandaki bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğelerden farklıdır, yani bazıları eksilmiş, bazıları eklenmiş ve bazıları değişmiştir, demektir.

Bu nedenle, Aristo mantığı, Aristo aslında onu kastetse de, kastetmese de, Hristiyan papazlar tarafından tama yükseltgenmiş; artı, İslam’da Gazzali ve Hristiyanlık’ta Aquinolu Thomas tarafından aşırı yoruma (ekstra-hermenötik) tabi tutulmuştur ve o tam mantık, Aristo asla tek tanrılı bir dinden söz etmese bile, 2 tek tanrılı dinin ‘mantıksal ana çekirdeği’nde yer alabilmiştir. (Burada, ilginç bir ikilem var: Gazzali, Thomas’tan çok önce yaşamıştır ama sonraki yüzyıllarda, ikincisinin yöntemi İslam’a da aynen girmiştir; yani Aristo’yu önce Hristiyanlık İslam’dan çevirmiştir, sonra İslam Hristiyanlık’tan bir daha çevirmiştir. Buna bir ‘tarihsel terazi kefeleme’ diyebiliriz.)

Bu böyle olacaktır, diye bir zorunluluk yok.

Olmadığı, poliyalektiğin ve Aristo-Lao Tzu sentezinin, 2.500 yıldır kimsenin aklına gelmemesinden belli.

Kültürü belirgenleştirerek ve 5.000 yıllık dünya sistemine 2.500 yıllık bir gelecekbilim ekleyerek, mekanik determinizmi yeniden canlandırmıyor ve dayatmıyoruz. Yalnızca, büyük sayılar kuramına bağlı olarak, eldeki verilerden genellemeler yapıyoruz ki onlar da aşırı yorum olabilir ama tarihsel-evrimsel bir tao oldukları şimdiden kesinleşti bile... Tarihin yolunun kapandığı da...

Kültür yoğrulur ve topolojikleşir, tıpkı bir hamur yığınındaki kakao zerreciklerinin dağılımının veya bir musluk damlamasının sürelerinin değişiminin istatiksel dağılımları gibi... Elimizde denklemler oluşur... ‘Tam denklemler’ de denilemez. X veya Y’nin istatiksel olarak birbirinden karşılıklı bağımsız olduğu kartezyen yöntem yerine, neden-sonuç ilintilerinin döngüleştiği durumlar gibi, ‘yeni bir tür dağılım’ denebilir.

Yalpalar, çatallanmalar ve başkalaşımlar genellikle birarada oluyor: Neolitik Devrim’de öyle oldu, Sanayileşme Devrimi’nde öyle oldu, şimdi de 2. Sanayileşme Devrimi’nde öyle oluyor. Bu, 11. Yüzyıl Ön Asya’sında engizisyonun ve rönesansın birarada yer alabilmesi gibi, faz konjugatif bir durum. Yani, faz binişikliği raslantısal ve o faz binişikliği kayarsa, 1.000 yıllık bir yeni Orta Çağ gelebilir (M.Ö. 1500-500 Batı Anadolu’nda olduğu gibi).

Asimov ve psiko-tarihindeki Seldon gibi, tarihi kurtarmaya çabalamıyoruz, bu faşist bir tutum (zaten kendisi anti-komünistti ve McCarthy ortamında ABD için çalıştı). Onun kavramlarını çalıntıladığı Flechtheim, bir komünistti. O da, ne yaptığının bilincinde değildi, olsaydı yapar mıydı, bunu şimdi bilmiyoruz. Ancak, elimizde Lefebvre’in bir gün gelip marksizme ‘marksizm’ denmeyeceğini imlediği gibi bir kayıt mevcut. Yani, Flechtheim’ın gelecekbilimine, gelecekte ‘gelecekbilim’ demeyeceğiz. Flechtheim, Braudel, Wallerstein, Şimdi: 65 yılda 4 kuşak eder. 2050 gelmeden, 3 kuşak daha göreceğiz.

Orta Çağ panzehiri / çözümü: Merkezi kütüphanelerin hep yok edildiği yazılı tarihi gözönüne alalım, burada bir desentralizasyon gereği sözkonusu. Yangında ilk kurtarılacakları,  onlarca küçük merkeze dağıtmak durumundayız, 2. Dünya Savaşı Moskova’sında sanat eserlerinin başka yerlere dağıtılması gibi (ama bu arada SSCB’nin 1945’te Almanya’nın kültür hazinelerini yağmalamasını da unutmuyoruz).

Demek ki elimizde yeterince tarihsel ders var, hatta onların önemli bir bölümü hiçe yakın silinmiş durumda ama haritanın yırtık yerlerinden haritanın bütününü görebiliyoruz.

Kültür çokboyutlulaşıyor (bu çokkültürlülük demek değil), dolayısıyla topolojikleşiyor ve ama topoloji henüz tam bir matematik / bilim dalı değil ne yazık ki... Elimizde gerekli ve geçerli düşünce araçları / akıl yürütmeler henüz mevcut değil ve onlar için debeleniyoruz.

Aritmetik de öyleydi, geometri de öyleydi, mantık da öyleydi, cebir de öyleydi, analiz de öyleydi... (Bu kez burada hepsinin tarihini anmak çok uzun sürecek, onu geçiyoruz.)

Tarihin topolojisinde, epeyi noktanın yön vektörü elimizde. Tekleşen süper güçün tıkanması, çokkutupluluğu yaratan eski kültürlerin kuruması, genç kültürlerin soluksuzluğu, ilk  kez karşılaşılan durumlar değil. Bu durumda, geçmişte olduğu gibi, sürpriz atlara bakıyoruz.

Espri şu ki: Sürpriz kim / ne? Çin sürpriz değildi, Hindistan da öyle. Eğer, biri sürpriz yapmış olsaydı, çoktan ona göre davranırdık.

Espri şu ki: Sürpriz Türkiye. 2003 ABD’ye tek ‘hayır’ diyen ülke olma sürprizi gibi, acaip bir sürprizlik dizisi bekliyor demektir. Ancak Türkiye, buna henüz hazır değil. Göktürkler’le Osmanlı arasındaki yolda epeyi beceriksizlikleri sözkonusu.

Kendi halkından ve tarihteki ihanetlerinden hoşlanmayan bir Tatar’ın, suç işlemeden işkence ve elektrik gördüğü devlete biat etmeden, onun parçalanmamasına çabalıyorken, tüm iktidar seçkinlerinin bunun tersini yapıyor olması, yeterince sürpriz bir durum.

Bosch ve Bruegel, Orta Çağ’a karşın yükseldiler, hem de Picasso’yu gayrıfedere mahalli lige iterek....

Neden?

2008’in yanıtı burada.

(9 Nisan 2008)

Beyin Dinlenirken Tekliyor

“Tekrarlı ve monoton işler yapılırken, beynin hata yapmadan yaklaşık 30 saniye önce, dinlenmeye geçtiği ortaya çıktı.”


Bir dereceye kadar doğru.

Tekdüze işler yapılırken, beynin çok az bir bölgesi çok fazla çalıştığından, o bölgede kan dolaşımı, oksijen azlığı, karbondioksit çokluğu ve glikoz eksikliği sorunu oluyor. Beyin de, kendini otomatik olarak boş vitese ve temizlemeye alıyor.

Bunu nereden biliyorum?

Günde 16 saata kadar bir süremi (ki bu çift mesai demek) okumaya ve yazmaya ayırabiliyorum. Belli bir süreden sonra beynim, kendi yazdığım metinlerin düzeltisini yapmamaya veya yanlış yapmaya başlıyor.

O zaman ne yapıyorum?

Gidip yatağa uzanıyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Beyin bir süre renkler, benekler, hatta gerçek dünyadan apartılmış görüntüler biçiminde, yapay görsellikler salgılıyor, sonra rahatlıyor ve gevşiyor. Bunun kasların yorulunca, laktik asit salgılamasından farkı yok.

Haberdeki uzmanların hatası, tekdüze olan işlerin, beynin birbirinden çok farklı bölümlerini kullanıyor olması. İyice test yapıp, motor, sözel, görsel, işitsel ve kimyasal bölümlerin (kişiden kişiye değişiyor olabilecek) yorgunluk eşiklerini bulmak ve bunu o mesleklere uygulamak. Yoksa, uyarıyı zamanından geç verebilirler.

Saptamanın en güzeli bir buluşa da öncüllük etmesi.

“Bu tür kararlar alması gerekenlerin başına koyulmak üzere bir alet geliştirilebileceğini söyleyen Eichele, ‘Sinyali ölçebilir ve kullanıcıyı, beyninin o anda aldığı kararların iyi olmayacağı bir durumda olduğu yolunda bilgilendirebiliriz’ diye konuştu.”

Buna benzer bir alete örnek olarak, Japonlar’ın icat ettiği, alın ısısını ölçerek, artık dikkatinin dağıldığını, o nedenle sürücüye arabayı yolun kenarına çekmesini, sesli ve ışıklı alarmla belirten aleti verebiliriz.

(22 Nisan 2008)

Barbar-Uygar Topolojisi

Tarih; barbarlarla uygarların, göçerlerle yerleşiklerin, çobanlarla avcıların, onalrdan daha önce avcı toplayıcıların her ikisiyle ve birbirleriyle de, Doğu ile Batı’nın, Asya ile Avrupa’nın çatışmasının kayıtlarıyla doludur. At kullanımı avantajı nedeniyle birincilerin, ikincilere 3.000 yıl boyunca (M.Ö. 2000-M.S. 1000) kök söktürmesi sözkonusu. Öyle bir kök söktürme ki bu, Avrupa’da kale-kentler taş yerine tahtadan yapılıyor, madeni para dolaşımdan kalkıyor.

Burada, tek taraflı etkileyim değil, karşılıklı etkileşim sözkonusu. Örneğin, Asya’dan Avrupa’ya kavimler göçü yapan, aynı barbar kavimlerden Türkler, bilinen tüm büyük dinlere girdi ve 13 alfabe kullandı, göçer bir topluluk olarak tarihe girmelerine karşın, ilk alfabe kullanmaları tarihe kök söktürmelerinden önce gelir ve göçerlerin yazı kullanmaları niteliği bir istisnadır. Bugün ise, ABD’den Avustralya’ya 5 kıtada 5 milyon Türk yaşıyor ve buna kendilerini öz Türk sayan Türkistanlılar ve Türki Cumhuriyetler dahil değil. Karaimler Musevi, Gagavuzlar Hristiyan, Türkmenler Alevi, Türkiye dışındakilerin önemli bir bölümü ateist. Bu 5 milyon kişinin belki 2 milyonu Türkçe bilmiyor.

Bu nasıl böyle oluyor?

Bir hamur yığınında, 2 farklı kıvamda, farklı tanecik boyutunda, farklı renkte, kokuda, vd nitelikte 2 katkı maddesi düşünün. Hamur yoğruldukça, 2 maddenin yerleri değişir, yoğunlukları değişir, eğer birbirleriyle reaksiyona girerlerse, sentezleri de değişir (herhangi 2 maddenin birbiriyle reaksiyonu her zaman aynı sonucu vermeyebilir). Kültürlerde de böyledir. 2 kültür birbiriyle karşılaşınca, savaştan ticarete, egzogamiden endogamiye dek değişen, birçok farklı davranış açılımı sergiler ve bu nitelikler etkileşimler boyunca dalgalanır. Bu davranışların bir bölümü töreleşir, gelenek görenek olur, sonunda ahlak ve hukuk olur. Hammurabi’nin ‘öldüreni öldür’ kısasa kısas hukuk ilkesini kaldırmasından sonra, birçok toplum bunu hukuğuna yedirdi ama bugün hala epeyi ülkede idam cezası var. Üstelik, bunların bazıları idam cezasını bir kaldırıyor, bir geri getiriyor.

Bunlar süreçler ve vektörler.

Momentlere ve panoramaya bir bakalım:

1989’dan sonra, aslında 1980’lerde başlayan neo-liberalizm ve neo-globalizm ile (GATT, WTO, DB, IMF) tarih bir iniş dönemine geçmeye başlamıştı. Burada en makro vektör ABD ve o da feci biçimde burun üstü gidiyor. Peşinden epeyi ülkeyi de sürüklüyor, Türkiyeyi de...

Eski Doğu-Batı çatışmasının yerini, şimdilerde Güney-Kuzey çatışması aldı ki bu taa 1960’larda tanımlanmış bir ikilemdi. Güney’in Avustralya ve Güney Afrika gibi 2 istisnası var. Kuzey’in 1992-2007 Rusya’sı gibi istisnası var. Onun dışında barbar Güneyliler, bir zamanlar sömürgesi oldukları ülkelerin başkentlerine akın ediyorlar. Bir, o dili biliyorlar. İki, iş istiyorlar. Üç, Kuzey’in ucuz ve genç işgücüne gereksinimi var. Dört, o ülkelerin kültürüne taze kan ve can oluyorlar. Beş: Yasal ve yasadışı yollardan on milyonlarca kişi ülkelerden ülkelere akıyor. Altı: Buna ‘yeni kültürel yoğrulma’ deniyor.

Sonuç: Alamancılar’ın Türk’lüklerini yitirmeleri ama alman da olamamaları ve emekli olduktan sonra bile, Türkiye’ye geri dönememeleri gibi durumlar ortaya çıkıyor. Avrupa’nın en ücra köşesinde bile dönerci var, gerisini siz düşünün.

(Burada, tavuk dönerin yaygınlaşmasında, Avrupa’daki beyaz et merakı mı, yoksa Türkiye’deki beyaz-kırmızı et fiyatının 1/3-1/4 arasında seyretmesi mi daha çok rol oynadı, onu tartışmak bu metnin dışında kalıyor. Yani tavuk döner, Türkler tarafından Türkiye’ye yurtdışından getirilmiş olabilir, böylesi kültürel bir yoğrulma da mümkün, diye imleniyor.)

Karakafalar daha hızlı üredikleri ve melez evlilikler giderek arttığı için, Kuzey beyazlığını yitiriyor. Bu da, beyaz ırkla sarı ırk arasındaki kahverengi ırk olan Hindistan’ın durumunu imliyor: Hindistan’ın en güneyindekiler zenci denli siyah ama en kuzeydekiler AB’li denli beyaz ki zaten, on binlerce yıl önce Hindistan halkları Avrupa’ya akın edip, İndo-Avrupa dil üstkümesini yarattılar.

Uygarlıklar barbarlarla savaşırken evrilme enerjilerini de tüketirler ve günü gelir, barbarlar uygarların uygarlığında onları geçerler. (Buna, ‘sembiyöz’ denir, ‘ozmosis’ denir, ‘boynuz kulağı geçer’, denir, adı konmamış durumları ve süreçleri de mevcut.) Bakınız: Bizans ve Osmanlı kültürlerinin, ondan daha önce de Roma ve Bizans kültürlerinin etkileşimleri.

Buna, günümüzde G-8’den sonra yer alan 20-25 ülkeyi katabiliriz ki Türkiye de bunların içinde. Avrupa kullanıyor olsa da Latin Amerika’nın (Guyana), Rusya kullanıyor olsa da Kazakistan’ın kendi uzay üssü var. İnterneti ABD tasarlamadı ama en önde. Robotları Japonya tasarlamadı ama en önde. Klonlama ve GDO tümüyle çok küçük ekiplerin sürpriz yaratmalarına dayalı, herkes çok kısa süreliğine en öne geçebilir. Cep telefonu 1946’da tasarlandı ama Finli Nokia, son 15 yılda tüm cep telefonlarının neredeyse üçte ikisini sattı ki bu 1 trilyon dolar ciro demek olabilir. Ancak Nokia, 5. kuşaklarda geride kaldı bile ama şimdilerde Kanadalı Blackberry aldı başını gidiyor (Kanadalılar’ın bir bölümü 16. Yüzyıl Fransızca’sı kullanıyor)...

Yani, 2. Sanayileşme’nin uygarlık öğelerinin bir bölümü barbarların elinde ve onlar pekala onları çok daha ileri evriltebilir. 21. Yüzyıl’ın krizleri gıda, su enerji ve çevre ilk önce ve daha çok Kuzey’i vuracak. 300 milyonluk kuş gribi salgını ölüsü, Güney’deki 4,5 milyarlık bir yığında gözle görülür bir boşalma yaratmaz bile... 1983-2008 arasında tüm aileler yalnızca 1 çocuk yapsaydı, şu anda Türkiye’nin hiçbir ekonomik sorunu olmazdı.

Uygarlığın koruyucu hekimliği kullanılmadı, şimdi barbarların ölüm kontrolü kıyımı egemen.

Bu çöküşün 2100’den önce yavaşlaması hayal dahi edilemez. 150 belki, 2200 muhakkak ama bu da 2200-2300 arası tümüyle durma değilse bile, duralama / bocalama demek olacak. 1950’deki 2. Sanayileşme başlamışlığı, ancak 2300’de tamamlanmış olur.

Bu da, epeyi ‘kazanılmış 20. Yüzyıl üstkültürleri’nin silinip gitmesi demek olacak. Öncü sanatlar unutulacak, bilim zaten duraladı bile, Aristo-Lao Tzu sentezinin sistematikleştirilmesi belki 2.500 yıl alacak...

(Aynı atomun 2 yerzamanda bulunabilmesi ve/ya 1 fotonun aynı anda 2 yöne de yol alabilmesi gibi durumlar, uygarlıklar için de geçerli. Bunlardan hangisinin sonuca varacağını, kimi sonuçtan sonra bile söyleyemiyebiliyoruz.)

Tarih dizginlerinden çıktı. Bu durumda genelde barbarlıkların duru durağı olmaz. Ulan Bator-Krakow arasındaki 10.000 kilometre boyunca, 50 yılda yakılan 50 başkenti ve yıkılan 50 devleti anımsayalım, yeter... E tabii, New York’un, Londra’nın, Paris’in, Madrid’in son 7 yılda vurulmuşluğunu da...

(12 + 14 + 22 Nisan 2008)

Mantıksal Aforizma

Aristo Mantığı’nda önerme kurulumu, denklemlemesi, soyutlaması şöyledir:

(S = Subject = Özne, P = Predicate = Yüklem.)

Bütün A’lar B’dir = SaP.

Hiçbir A B değildir = SeP.

Bazı A’lar B’dir = SiP.

Bazı A’lar B değildir = SoP.

Bunu, Aristo Mantığı’nın 10 temel kategorisinden neden-sonuç ilintisine uygularsak:

Bütün A’lar B’ye neden olur. (Bütün tozlar yağmur yağdırır.)

Hiçbir A, B’ye neden olmaz. (Hiçbir toz yağmur yağdırmaz.)

Bazı A’lar B’ye neden olur. (Bazı tozlar yağmur yağdırır.)

Bazı A’lar B’ye neden olmaz. (Bazı tozlar yağmur yağdırmaz.)

Bunu, yine Aristo Mantığı’nın temel 10 kategorisinden bütün-parça ilintisine uygularsak:

Bütün A’lar B’ye aittir (B’nin parçasıdır). (Bütün kuşlar uçan hayvanlardır.)

Hiçbir A B’ye ait değildir (B’nin parçası değildir).

Bazı A’lar B’ye aittir (B’nin parçasıdır).

Bazı A’lar B’ye ait değildir (B’nin parçası değildir). (Bazı kuşlar uçan hayvanlar değildir ve/ya uçmayan hayvanlardır: Kivi, dodo, devekuşu, penguen.)

Bu şematik, ‘FelsefeYeni mantıklar 1 : neden - sonuç ilintileri dinamikleri’ başlıklı, ‘Felsefe’ kategorisindeki, 13.09.2006 tarihli yazıma monte edilecektir.

Ortaya çıkan sonuç, yüzlerce parçalık bir kombinasyondur. Buna, Aristo Mantığı’nın 2 adımlı tasımındaki ‘56x56 = 3.136’ olasılık eklenirse, yüz binlerce parçalık bir kombinasyon olur. Bunu tamamlamaya benim yaşamım yetmez, uğraşmayacağım da, çünkü tek bir konuya gömülmek tarzım değil. Felsefe ile ilgilenen ve bilgisayarı önerme kombinasyonu yaratmak üzere kullanabilenler için, üzerinde çalışılacak bir konudur. Her biri için de, yukarıdaki gibi, gerçek yaşamdan örnek vermek ve geçerliliklerinin sınanması gerekir. Örneğin gerçek yaşamda, bazı tozlar yağmur yağdırır ve bazıları yağdırmaz. Bu durumda SiP ve Sop geçerli, SaP ve SeP geçersiz olur. ‘Geçerli’yi, felsefedeki anlamıyla ‘validity’) değil, somut ve sözlükteki anlamıyla kullanıyoruz.

İsteyen, önermeleri listelemeyi deneyebilir ama alıntıda adım kullanılmak koşuluyla, çünkü düşüncenin patenti bana aittir. (Burada yayınlanmasına izin verilmeyen, ‘Yeni Bir Aristo Notasyonu’ metnim dahil.)

Yeni arayanlar, alın size milyonlarca yeni...

Dipnot: M için, M(1), M(2), ..., M(n) altyazısı (subskripsiyonu) kullanılabilir. Bunu yayılan bir ağ gibi, 2 boyutlu düzlemde, 3 renkli, ‘kesin doğru, gevşek doğru, kesin yanlış’ noktalar olarak haritalamak mümkün. Haritalama için de, merkezde 4 temel önermenin bulunduğu, içiçe daireler olarak geçirilmiş, 56’nın üslerinin sayısı kadar nokta sığacak uzunlukta kollarla birbirine yöneltilmiş, çember biçiminde dizilmiş noktalar tasarlanabilir. Önermelerin sayısı üssel artacağı için, her eklenen yarıçap da üssel artacak demektir. Burada önemli olan, 100. veya 200. adımda / çemberde / dairede, limit sonsuz sayıda tek renkli (gevşek önermeli) ve limit sıfır sayıda diğer 2 renkli (hep-hep’ler ve hiç-hiç’ler dizisi) noktalar kalacağıdır. Yani, Aristo Mantığı, kendi düzenlenmesiyle, doğrusallığa kilitlendiği için, kendi kendini kesinsizleştirir. Bu da bir mantıkçının, hele ilk sayılan bir mantıkçının isteyeceği bir durum değildir.  

(24 Nisan 2008)

Hristiyanlar da Hatim Sever

Ama katl-i vacip emri alabilirler ve böyle olmasın diye o parçayı albümlerinden çıkarırlar.

Bryan Eno ve David Byrne, ‘My Life in the Bush of Ghosts’ (Hayaletler Çalılığındaki Yaşamım) başlıklı, 1981 tarihli albümlerinde, Kuran’dan bir parçayı bestelemişler. Adı da, zaten ‘Qu’ran’.

Albümün adı, 1954 tarihinde Amos Tutuola’nın yazdığı romandan geliyor. Romanı bilmediğimiz için, açıklamasını da bilmiyoruz. Ancak, ‘Kabuktaki Hayalet’i (‘Ghost in the Shell 1-2’) çok iyi biliyoruz.


Aşağıdaki sitede şu bilgi var:

“The Islamic Council of Great Britain had approached the record company with a complaint about the use of the ‘found’ material a ritual chanting of the Holy Koran.”

Yani meali şu: “Salman Rüşdi misin sen?”

Devamı şöyle.

“There are some expressions of Islam in which *all* music is considered “haram” (I think that’s the Arabic term, anyway).”

Yani:

“İslam’da bütün müzikler haramdır.”

Tabii, o parça acilen şutlanıyor. Albümün 2006 versiyonunda da yok. Ve fakat internet var.


Parça şurada, Quick Player istiyor, yüklenmesi 1 dakika civarında alıyor.


Evet, sevgili devekuşlarımıza, kafalarını kuma sokmamaları için açılımlar sunmaya devam ediyoruz.

(2 Mayıs 2008)