12 Mart 2012 Pazartesi

Saint-Exupery ve Ben





Enis Batur’dan alıntı:

“Ünlü çocuk kitabı ‘Küçük Prens’i yazan Saint-Exupery’nin pilotu olduğu uçağı, 2. Dünya Savaşı’nda düşüren Alman pilotu, ünlü bir alman televizyon spor sunucusu çıkmış. Üstelik adam, Saint-Exupery’nin hayran okurlarındanmış, savaştan sonra da öyle kalmış. Düşürdüğü uçağın onunki olduğunu 2008’de, yani yeni öğrenmiş.”


Bu bir vaka.

2003’te Galatasaray’daki İngiliz Konsolosluğu’na bombayla dalıp, konsolosla birlikte epeyi insanı öldüren aracın lastikleri önümde patladı. Araç, önünün boşalmasını sağlamak için böyle yapmış. Eğer gazete almak yerine, puaça yemeye veya çorba içmeye karar verseydim, şu an ölü biri olacaktım. O günden bugüne 8.000 sayfa / 40 kitap yazdım. Yani o kitaplar yazılmamış olacaktı. Ancak, ne intihar bombacısına, ne de şu anda hapiste olan planlayıcıya hiç kızmadım, çünkü ortaya kendi ölümlerini koymuşlardı.

Bu da bir vaka.

Bugün İngiliz Konsolosluğu’nu 15 metre irtifadan çaprazlama gören bir binada idim. Binanın tüm pencereleri, en az 200 pencereden keskin nişancı atışı yapılabilecek bir açıda. Ancak, binanın duvarlarını Çin Seddi’ne çevirmişler. İkiz Kuleler’i bile, önce içeriden, sonra dışarıdan vurdular. İngilizler, ambale olmuş, bu kadarını bile düşünemiyorlar.

Bu da rivayet muhtelif.

Korkunun ecele faydası olmuyor. Ya savaşa gider ölürsün, ya savaştan kaçar ‘Catch 22’ yazarı Keller olursun ya da Mehmet Aksoy gibi, sürgünde ‘Meçhul Asker Kaçağı Anıtı’ heykeli yaparsın.

Kafka’nın dediğince: Ölümle yaşam arasında bir seçim yoktur.

Dink ölü, Batur Paris’te keyif keka, yukarıdaki satırları yazıyor.

(29 Mart 2008)

Peter Brook ve Kapattığı Kapı

Brook ‘Açık Kapı’ kitabında şöyle demiş:

“İnsan tiyatroya yaşamı bulmak için gider ama tiyatronun dışındaki yaşamla içindeki yaşam arasında hiçbir fark yoksa, tiyatronun hiçbir anlamı yoktur.”

Bu kadar yanlış birarada, bravo.

Metne, yaşam için ilintili anlamlı olarak insan, tiyatro ile ilintili anlamlı olarak sanat sözcüklerini ekleyelim.

İnsan bir sanat eserini neden zihnine sokar?

Yaşayamadığı duygularını yaşamak için: Tür sineması örnekleri: Korku, güldürü, aşk, vd...

Yeni düşünceler edinmek için: Bazı filmlerdeki doğrusal olmayan zaman tasarımlarını öğrenmek için...

İnsan ve yaşam aynı mıdır?

Hayır: Ölüm ve ölümsüzlük var, eskiden yoktu, artık var.

Zeka / zihin ve yaşam aynı mıdır?

Hayır zihinsiz, ondan önce sinir sistemsiz canlı çok.

Her insan yaşamın her alanıyla ilgilenmez. Her insan her kültürün her alanıyla ilgilenmez. Bir insanın ilgilendiği tikel, tümelin milyonlarca biridir.

Sanat, yaşamı aşabilir mi?

Belki ama Brook’ta değil en azından. Bilimkurgu romanda evet.

Sanatın ve tiyatronun içindeki ve içindeki yaşam aynı olsa bile, tiyatro salonu tehlikesizdir, yaşam alanı tehlike doludur.

Brook, tek bir tümceyle bunları yok saymış. Yolları ve kapılarını kapamış. O bir çıkmaz yol zaten, tiyatroda da, yaşamda da, insanda da, zekada da...

Çinliler, bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen birinden korkmak gerktiğini belirtmiş.

Biz de Brook’un zeka ve bilgi eksikliğinden korktuk doğrusu ve okuru uyarmayı bir görev bildik.

(4 Nisan 2008)

Kültürel Topoloji

Herhangi bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğeler, bir sonraki yerzamandaki bir ‘uygarlık’ denilenin, ‘kültür’ denilen paradigmasındaki öğelerden farklıdır, yani bazıları eksilmiş, bazıları eklenmiş ve bazıları değişmiştir, demektir.

Bu nedenle, Aristo mantığı, Aristo aslında onu kastetse de, kastetmese de, Hristiyan papazlar tarafından tama yükseltgenmiş; artı, İslam’da Gazzali ve Hristiyanlık’ta Aquinolu Thomas tarafından aşırı yoruma (ekstra-hermenötik) tabi tutulmuştur ve o tam mantık, Aristo asla tek tanrılı bir dinden söz etmese bile, 2 tek tanrılı dinin ‘mantıksal ana çekirdeği’nde yer alabilmiştir. (Burada, ilginç bir ikilem var: Gazzali, Thomas’tan çok önce yaşamıştır ama sonraki yüzyıllarda, ikincisinin yöntemi İslam’a da aynen girmiştir; yani Aristo’yu önce Hristiyanlık İslam’dan çevirmiştir, sonra İslam Hristiyanlık’tan bir daha çevirmiştir. Buna bir ‘tarihsel terazi kefeleme’ diyebiliriz.)

Bu böyle olacaktır, diye bir zorunluluk yok.

Olmadığı, poliyalektiğin ve Aristo-Lao Tzu sentezinin, 2.500 yıldır kimsenin aklına gelmemesinden belli.

Kültürü belirgenleştirerek ve 5.000 yıllık dünya sistemine 2.500 yıllık bir gelecekbilim ekleyerek, mekanik determinizmi yeniden canlandırmıyor ve dayatmıyoruz. Yalnızca, büyük sayılar kuramına bağlı olarak, eldeki verilerden genellemeler yapıyoruz ki onlar da aşırı yorum olabilir ama tarihsel-evrimsel bir tao oldukları şimdiden kesinleşti bile... Tarihin yolunun kapandığı da...

Kültür yoğrulur ve topolojikleşir, tıpkı bir hamur yığınındaki kakao zerreciklerinin dağılımının veya bir musluk damlamasının sürelerinin değişiminin istatiksel dağılımları gibi... Elimizde denklemler oluşur... ‘Tam denklemler’ de denilemez. X veya Y’nin istatiksel olarak birbirinden karşılıklı bağımsız olduğu kartezyen yöntem yerine, neden-sonuç ilintilerinin döngüleştiği durumlar gibi, ‘yeni bir tür dağılım’ denebilir.

Yalpalar, çatallanmalar ve başkalaşımlar genellikle birarada oluyor: Neolitik Devrim’de öyle oldu, Sanayileşme Devrimi’nde öyle oldu, şimdi de 2. Sanayileşme Devrimi’nde öyle oluyor. Bu, 11. Yüzyıl Ön Asya’sında engizisyonun ve rönesansın birarada yer alabilmesi gibi, faz konjugatif bir durum. Yani, faz binişikliği raslantısal ve o faz binişikliği kayarsa, 1.000 yıllık bir yeni Orta Çağ gelebilir (M.Ö. 1500-500 Batı Anadolu’nda olduğu gibi).

Asimov ve psiko-tarihindeki Seldon gibi, tarihi kurtarmaya çabalamıyoruz, bu faşist bir tutum (zaten kendisi anti-komünistti ve McCarthy ortamında ABD için çalıştı). Onun kavramlarını çalıntıladığı Flechtheim, bir komünistti. O da, ne yaptığının bilincinde değildi, olsaydı yapar mıydı, bunu şimdi bilmiyoruz. Ancak, elimizde Lefebvre’in bir gün gelip marksizme ‘marksizm’ denmeyeceğini imlediği gibi bir kayıt mevcut. Yani, Flechtheim’ın gelecekbilimine, gelecekte ‘gelecekbilim’ demeyeceğiz. Flechtheim, Braudel, Wallerstein, Şimdi: 65 yılda 4 kuşak eder. 2050 gelmeden, 3 kuşak daha göreceğiz.

Orta Çağ panzehiri / çözümü: Merkezi kütüphanelerin hep yok edildiği yazılı tarihi gözönüne alalım, burada bir desentralizasyon gereği sözkonusu. Yangında ilk kurtarılacakları,  onlarca küçük merkeze dağıtmak durumundayız, 2. Dünya Savaşı Moskova’sında sanat eserlerinin başka yerlere dağıtılması gibi (ama bu arada SSCB’nin 1945’te Almanya’nın kültür hazinelerini yağmalamasını da unutmuyoruz).

Demek ki elimizde yeterince tarihsel ders var, hatta onların önemli bir bölümü hiçe yakın silinmiş durumda ama haritanın yırtık yerlerinden haritanın bütününü görebiliyoruz.

Kültür çokboyutlulaşıyor (bu çokkültürlülük demek değil), dolayısıyla topolojikleşiyor ve ama topoloji henüz tam bir matematik / bilim dalı değil ne yazık ki... Elimizde gerekli ve geçerli düşünce araçları / akıl yürütmeler henüz mevcut değil ve onlar için debeleniyoruz.

Aritmetik de öyleydi, geometri de öyleydi, mantık da öyleydi, cebir de öyleydi, analiz de öyleydi... (Bu kez burada hepsinin tarihini anmak çok uzun sürecek, onu geçiyoruz.)

Tarihin topolojisinde, epeyi noktanın yön vektörü elimizde. Tekleşen süper güçün tıkanması, çokkutupluluğu yaratan eski kültürlerin kuruması, genç kültürlerin soluksuzluğu, ilk  kez karşılaşılan durumlar değil. Bu durumda, geçmişte olduğu gibi, sürpriz atlara bakıyoruz.

Espri şu ki: Sürpriz kim / ne? Çin sürpriz değildi, Hindistan da öyle. Eğer, biri sürpriz yapmış olsaydı, çoktan ona göre davranırdık.

Espri şu ki: Sürpriz Türkiye. 2003 ABD’ye tek ‘hayır’ diyen ülke olma sürprizi gibi, acaip bir sürprizlik dizisi bekliyor demektir. Ancak Türkiye, buna henüz hazır değil. Göktürkler’le Osmanlı arasındaki yolda epeyi beceriksizlikleri sözkonusu.

Kendi halkından ve tarihteki ihanetlerinden hoşlanmayan bir Tatar’ın, suç işlemeden işkence ve elektrik gördüğü devlete biat etmeden, onun parçalanmamasına çabalıyorken, tüm iktidar seçkinlerinin bunun tersini yapıyor olması, yeterince sürpriz bir durum.

Bosch ve Bruegel, Orta Çağ’a karşın yükseldiler, hem de Picasso’yu gayrıfedere mahalli lige iterek....

Neden?

2008’in yanıtı burada.

(9 Nisan 2008)

Beyin Dinlenirken Tekliyor

“Tekrarlı ve monoton işler yapılırken, beynin hata yapmadan yaklaşık 30 saniye önce, dinlenmeye geçtiği ortaya çıktı.”


Bir dereceye kadar doğru.

Tekdüze işler yapılırken, beynin çok az bir bölgesi çok fazla çalıştığından, o bölgede kan dolaşımı, oksijen azlığı, karbondioksit çokluğu ve glikoz eksikliği sorunu oluyor. Beyin de, kendini otomatik olarak boş vitese ve temizlemeye alıyor.

Bunu nereden biliyorum?

Günde 16 saata kadar bir süremi (ki bu çift mesai demek) okumaya ve yazmaya ayırabiliyorum. Belli bir süreden sonra beynim, kendi yazdığım metinlerin düzeltisini yapmamaya veya yanlış yapmaya başlıyor.

O zaman ne yapıyorum?

Gidip yatağa uzanıyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Beyin bir süre renkler, benekler, hatta gerçek dünyadan apartılmış görüntüler biçiminde, yapay görsellikler salgılıyor, sonra rahatlıyor ve gevşiyor. Bunun kasların yorulunca, laktik asit salgılamasından farkı yok.

Haberdeki uzmanların hatası, tekdüze olan işlerin, beynin birbirinden çok farklı bölümlerini kullanıyor olması. İyice test yapıp, motor, sözel, görsel, işitsel ve kimyasal bölümlerin (kişiden kişiye değişiyor olabilecek) yorgunluk eşiklerini bulmak ve bunu o mesleklere uygulamak. Yoksa, uyarıyı zamanından geç verebilirler.

Saptamanın en güzeli bir buluşa da öncüllük etmesi.

“Bu tür kararlar alması gerekenlerin başına koyulmak üzere bir alet geliştirilebileceğini söyleyen Eichele, ‘Sinyali ölçebilir ve kullanıcıyı, beyninin o anda aldığı kararların iyi olmayacağı bir durumda olduğu yolunda bilgilendirebiliriz’ diye konuştu.”

Buna benzer bir alete örnek olarak, Japonlar’ın icat ettiği, alın ısısını ölçerek, artık dikkatinin dağıldığını, o nedenle sürücüye arabayı yolun kenarına çekmesini, sesli ve ışıklı alarmla belirten aleti verebiliriz.

(22 Nisan 2008)

Barbar-Uygar Topolojisi

Tarih; barbarlarla uygarların, göçerlerle yerleşiklerin, çobanlarla avcıların, onalrdan daha önce avcı toplayıcıların her ikisiyle ve birbirleriyle de, Doğu ile Batı’nın, Asya ile Avrupa’nın çatışmasının kayıtlarıyla doludur. At kullanımı avantajı nedeniyle birincilerin, ikincilere 3.000 yıl boyunca (M.Ö. 2000-M.S. 1000) kök söktürmesi sözkonusu. Öyle bir kök söktürme ki bu, Avrupa’da kale-kentler taş yerine tahtadan yapılıyor, madeni para dolaşımdan kalkıyor.

Burada, tek taraflı etkileyim değil, karşılıklı etkileşim sözkonusu. Örneğin, Asya’dan Avrupa’ya kavimler göçü yapan, aynı barbar kavimlerden Türkler, bilinen tüm büyük dinlere girdi ve 13 alfabe kullandı, göçer bir topluluk olarak tarihe girmelerine karşın, ilk alfabe kullanmaları tarihe kök söktürmelerinden önce gelir ve göçerlerin yazı kullanmaları niteliği bir istisnadır. Bugün ise, ABD’den Avustralya’ya 5 kıtada 5 milyon Türk yaşıyor ve buna kendilerini öz Türk sayan Türkistanlılar ve Türki Cumhuriyetler dahil değil. Karaimler Musevi, Gagavuzlar Hristiyan, Türkmenler Alevi, Türkiye dışındakilerin önemli bir bölümü ateist. Bu 5 milyon kişinin belki 2 milyonu Türkçe bilmiyor.

Bu nasıl böyle oluyor?

Bir hamur yığınında, 2 farklı kıvamda, farklı tanecik boyutunda, farklı renkte, kokuda, vd nitelikte 2 katkı maddesi düşünün. Hamur yoğruldukça, 2 maddenin yerleri değişir, yoğunlukları değişir, eğer birbirleriyle reaksiyona girerlerse, sentezleri de değişir (herhangi 2 maddenin birbiriyle reaksiyonu her zaman aynı sonucu vermeyebilir). Kültürlerde de böyledir. 2 kültür birbiriyle karşılaşınca, savaştan ticarete, egzogamiden endogamiye dek değişen, birçok farklı davranış açılımı sergiler ve bu nitelikler etkileşimler boyunca dalgalanır. Bu davranışların bir bölümü töreleşir, gelenek görenek olur, sonunda ahlak ve hukuk olur. Hammurabi’nin ‘öldüreni öldür’ kısasa kısas hukuk ilkesini kaldırmasından sonra, birçok toplum bunu hukuğuna yedirdi ama bugün hala epeyi ülkede idam cezası var. Üstelik, bunların bazıları idam cezasını bir kaldırıyor, bir geri getiriyor.

Bunlar süreçler ve vektörler.

Momentlere ve panoramaya bir bakalım:

1989’dan sonra, aslında 1980’lerde başlayan neo-liberalizm ve neo-globalizm ile (GATT, WTO, DB, IMF) tarih bir iniş dönemine geçmeye başlamıştı. Burada en makro vektör ABD ve o da feci biçimde burun üstü gidiyor. Peşinden epeyi ülkeyi de sürüklüyor, Türkiyeyi de...

Eski Doğu-Batı çatışmasının yerini, şimdilerde Güney-Kuzey çatışması aldı ki bu taa 1960’larda tanımlanmış bir ikilemdi. Güney’in Avustralya ve Güney Afrika gibi 2 istisnası var. Kuzey’in 1992-2007 Rusya’sı gibi istisnası var. Onun dışında barbar Güneyliler, bir zamanlar sömürgesi oldukları ülkelerin başkentlerine akın ediyorlar. Bir, o dili biliyorlar. İki, iş istiyorlar. Üç, Kuzey’in ucuz ve genç işgücüne gereksinimi var. Dört, o ülkelerin kültürüne taze kan ve can oluyorlar. Beş: Yasal ve yasadışı yollardan on milyonlarca kişi ülkelerden ülkelere akıyor. Altı: Buna ‘yeni kültürel yoğrulma’ deniyor.

Sonuç: Alamancılar’ın Türk’lüklerini yitirmeleri ama alman da olamamaları ve emekli olduktan sonra bile, Türkiye’ye geri dönememeleri gibi durumlar ortaya çıkıyor. Avrupa’nın en ücra köşesinde bile dönerci var, gerisini siz düşünün.

(Burada, tavuk dönerin yaygınlaşmasında, Avrupa’daki beyaz et merakı mı, yoksa Türkiye’deki beyaz-kırmızı et fiyatının 1/3-1/4 arasında seyretmesi mi daha çok rol oynadı, onu tartışmak bu metnin dışında kalıyor. Yani tavuk döner, Türkler tarafından Türkiye’ye yurtdışından getirilmiş olabilir, böylesi kültürel bir yoğrulma da mümkün, diye imleniyor.)

Karakafalar daha hızlı üredikleri ve melez evlilikler giderek arttığı için, Kuzey beyazlığını yitiriyor. Bu da, beyaz ırkla sarı ırk arasındaki kahverengi ırk olan Hindistan’ın durumunu imliyor: Hindistan’ın en güneyindekiler zenci denli siyah ama en kuzeydekiler AB’li denli beyaz ki zaten, on binlerce yıl önce Hindistan halkları Avrupa’ya akın edip, İndo-Avrupa dil üstkümesini yarattılar.

Uygarlıklar barbarlarla savaşırken evrilme enerjilerini de tüketirler ve günü gelir, barbarlar uygarların uygarlığında onları geçerler. (Buna, ‘sembiyöz’ denir, ‘ozmosis’ denir, ‘boynuz kulağı geçer’, denir, adı konmamış durumları ve süreçleri de mevcut.) Bakınız: Bizans ve Osmanlı kültürlerinin, ondan daha önce de Roma ve Bizans kültürlerinin etkileşimleri.

Buna, günümüzde G-8’den sonra yer alan 20-25 ülkeyi katabiliriz ki Türkiye de bunların içinde. Avrupa kullanıyor olsa da Latin Amerika’nın (Guyana), Rusya kullanıyor olsa da Kazakistan’ın kendi uzay üssü var. İnterneti ABD tasarlamadı ama en önde. Robotları Japonya tasarlamadı ama en önde. Klonlama ve GDO tümüyle çok küçük ekiplerin sürpriz yaratmalarına dayalı, herkes çok kısa süreliğine en öne geçebilir. Cep telefonu 1946’da tasarlandı ama Finli Nokia, son 15 yılda tüm cep telefonlarının neredeyse üçte ikisini sattı ki bu 1 trilyon dolar ciro demek olabilir. Ancak Nokia, 5. kuşaklarda geride kaldı bile ama şimdilerde Kanadalı Blackberry aldı başını gidiyor (Kanadalılar’ın bir bölümü 16. Yüzyıl Fransızca’sı kullanıyor)...

Yani, 2. Sanayileşme’nin uygarlık öğelerinin bir bölümü barbarların elinde ve onlar pekala onları çok daha ileri evriltebilir. 21. Yüzyıl’ın krizleri gıda, su enerji ve çevre ilk önce ve daha çok Kuzey’i vuracak. 300 milyonluk kuş gribi salgını ölüsü, Güney’deki 4,5 milyarlık bir yığında gözle görülür bir boşalma yaratmaz bile... 1983-2008 arasında tüm aileler yalnızca 1 çocuk yapsaydı, şu anda Türkiye’nin hiçbir ekonomik sorunu olmazdı.

Uygarlığın koruyucu hekimliği kullanılmadı, şimdi barbarların ölüm kontrolü kıyımı egemen.

Bu çöküşün 2100’den önce yavaşlaması hayal dahi edilemez. 150 belki, 2200 muhakkak ama bu da 2200-2300 arası tümüyle durma değilse bile, duralama / bocalama demek olacak. 1950’deki 2. Sanayileşme başlamışlığı, ancak 2300’de tamamlanmış olur.

Bu da, epeyi ‘kazanılmış 20. Yüzyıl üstkültürleri’nin silinip gitmesi demek olacak. Öncü sanatlar unutulacak, bilim zaten duraladı bile, Aristo-Lao Tzu sentezinin sistematikleştirilmesi belki 2.500 yıl alacak...

(Aynı atomun 2 yerzamanda bulunabilmesi ve/ya 1 fotonun aynı anda 2 yöne de yol alabilmesi gibi durumlar, uygarlıklar için de geçerli. Bunlardan hangisinin sonuca varacağını, kimi sonuçtan sonra bile söyleyemiyebiliyoruz.)

Tarih dizginlerinden çıktı. Bu durumda genelde barbarlıkların duru durağı olmaz. Ulan Bator-Krakow arasındaki 10.000 kilometre boyunca, 50 yılda yakılan 50 başkenti ve yıkılan 50 devleti anımsayalım, yeter... E tabii, New York’un, Londra’nın, Paris’in, Madrid’in son 7 yılda vurulmuşluğunu da...

(12 + 14 + 22 Nisan 2008)

Mantıksal Aforizma

Aristo Mantığı’nda önerme kurulumu, denklemlemesi, soyutlaması şöyledir:

(S = Subject = Özne, P = Predicate = Yüklem.)

Bütün A’lar B’dir = SaP.

Hiçbir A B değildir = SeP.

Bazı A’lar B’dir = SiP.

Bazı A’lar B değildir = SoP.

Bunu, Aristo Mantığı’nın 10 temel kategorisinden neden-sonuç ilintisine uygularsak:

Bütün A’lar B’ye neden olur. (Bütün tozlar yağmur yağdırır.)

Hiçbir A, B’ye neden olmaz. (Hiçbir toz yağmur yağdırmaz.)

Bazı A’lar B’ye neden olur. (Bazı tozlar yağmur yağdırır.)

Bazı A’lar B’ye neden olmaz. (Bazı tozlar yağmur yağdırmaz.)

Bunu, yine Aristo Mantığı’nın temel 10 kategorisinden bütün-parça ilintisine uygularsak:

Bütün A’lar B’ye aittir (B’nin parçasıdır). (Bütün kuşlar uçan hayvanlardır.)

Hiçbir A B’ye ait değildir (B’nin parçası değildir).

Bazı A’lar B’ye aittir (B’nin parçasıdır).

Bazı A’lar B’ye ait değildir (B’nin parçası değildir). (Bazı kuşlar uçan hayvanlar değildir ve/ya uçmayan hayvanlardır: Kivi, dodo, devekuşu, penguen.)

Bu şematik, ‘FelsefeYeni mantıklar 1 : neden - sonuç ilintileri dinamikleri’ başlıklı, ‘Felsefe’ kategorisindeki, 13.09.2006 tarihli yazıma monte edilecektir.

Ortaya çıkan sonuç, yüzlerce parçalık bir kombinasyondur. Buna, Aristo Mantığı’nın 2 adımlı tasımındaki ‘56x56 = 3.136’ olasılık eklenirse, yüz binlerce parçalık bir kombinasyon olur. Bunu tamamlamaya benim yaşamım yetmez, uğraşmayacağım da, çünkü tek bir konuya gömülmek tarzım değil. Felsefe ile ilgilenen ve bilgisayarı önerme kombinasyonu yaratmak üzere kullanabilenler için, üzerinde çalışılacak bir konudur. Her biri için de, yukarıdaki gibi, gerçek yaşamdan örnek vermek ve geçerliliklerinin sınanması gerekir. Örneğin gerçek yaşamda, bazı tozlar yağmur yağdırır ve bazıları yağdırmaz. Bu durumda SiP ve Sop geçerli, SaP ve SeP geçersiz olur. ‘Geçerli’yi, felsefedeki anlamıyla ‘validity’) değil, somut ve sözlükteki anlamıyla kullanıyoruz.

İsteyen, önermeleri listelemeyi deneyebilir ama alıntıda adım kullanılmak koşuluyla, çünkü düşüncenin patenti bana aittir. (Burada yayınlanmasına izin verilmeyen, ‘Yeni Bir Aristo Notasyonu’ metnim dahil.)

Yeni arayanlar, alın size milyonlarca yeni...

Dipnot: M için, M(1), M(2), ..., M(n) altyazısı (subskripsiyonu) kullanılabilir. Bunu yayılan bir ağ gibi, 2 boyutlu düzlemde, 3 renkli, ‘kesin doğru, gevşek doğru, kesin yanlış’ noktalar olarak haritalamak mümkün. Haritalama için de, merkezde 4 temel önermenin bulunduğu, içiçe daireler olarak geçirilmiş, 56’nın üslerinin sayısı kadar nokta sığacak uzunlukta kollarla birbirine yöneltilmiş, çember biçiminde dizilmiş noktalar tasarlanabilir. Önermelerin sayısı üssel artacağı için, her eklenen yarıçap da üssel artacak demektir. Burada önemli olan, 100. veya 200. adımda / çemberde / dairede, limit sonsuz sayıda tek renkli (gevşek önermeli) ve limit sıfır sayıda diğer 2 renkli (hep-hep’ler ve hiç-hiç’ler dizisi) noktalar kalacağıdır. Yani, Aristo Mantığı, kendi düzenlenmesiyle, doğrusallığa kilitlendiği için, kendi kendini kesinsizleştirir. Bu da bir mantıkçının, hele ilk sayılan bir mantıkçının isteyeceği bir durum değildir.  

(24 Nisan 2008)

Hristiyanlar da Hatim Sever

Ama katl-i vacip emri alabilirler ve böyle olmasın diye o parçayı albümlerinden çıkarırlar.

Bryan Eno ve David Byrne, ‘My Life in the Bush of Ghosts’ (Hayaletler Çalılığındaki Yaşamım) başlıklı, 1981 tarihli albümlerinde, Kuran’dan bir parçayı bestelemişler. Adı da, zaten ‘Qu’ran’.

Albümün adı, 1954 tarihinde Amos Tutuola’nın yazdığı romandan geliyor. Romanı bilmediğimiz için, açıklamasını da bilmiyoruz. Ancak, ‘Kabuktaki Hayalet’i (‘Ghost in the Shell 1-2’) çok iyi biliyoruz.


Aşağıdaki sitede şu bilgi var:

“The Islamic Council of Great Britain had approached the record company with a complaint about the use of the ‘found’ material a ritual chanting of the Holy Koran.”

Yani meali şu: “Salman Rüşdi misin sen?”

Devamı şöyle.

“There are some expressions of Islam in which *all* music is considered “haram” (I think that’s the Arabic term, anyway).”

Yani:

“İslam’da bütün müzikler haramdır.”

Tabii, o parça acilen şutlanıyor. Albümün 2006 versiyonunda da yok. Ve fakat internet var.


Parça şurada, Quick Player istiyor, yüklenmesi 1 dakika civarında alıyor.


Evet, sevgili devekuşlarımıza, kafalarını kuma sokmamaları için açılımlar sunmaya devam ediyoruz.

(2 Mayıs 2008)

Dahilerim

Bilim:

Matematik: Euclid Geometrisi’ni ilk bozan Janos Bolyai ve kaos (kırınım) matematiğini daha 1830’da tasarlayan Pierre Verhulst birlikte. Bolyai, 3. Dünyalı olduğu için ona sempati duyuyor olsam gerek. (Ramanujan’a da öyle.) Onunla eşzamanlı ve farklı mekanda aynı işi yapan Lobaçevski, üniversite kampüsünü salgın hastalıktan korumuş olsa da, Çar’a karşı kimseyi gammazlamamış olsa da, bu açıdan geride kalır. Verhulst ise, 1790 tarihli Malthus’un matematiksel yanlışlığını kanıtlayarak, daha ortaya çıkmadan Marx’ı ve Darwin’i değilledi.

Fizik: Theodor Kaluza. Albert Einstein’ı 1900’lerde geçip, bilgisinin insanlığa ulaşmasına izin verilmediği için. Einstein sayesinde, 2005’te 1905’teki denli geride bulunduğumuz için. Einstein, Planck ve Heisenberg üçlüsü, paradgimatik faşizm yarattı.

Kimya: Dimitri Mendeleyev. Periyodik Tablo’yu bulmasaydı, bugün ‘kimya’ diye bir bilim dalı olmayabilirdi.

Biyoloji: Yanıt yok. Kesinlikle Charles Darwin değil. Ona karşıyım, hem cinsel seçmede, hem de en güçlünün sağ kalmasında. Tıp denirse, maymunlarda kafa naklini beceren ama bunu insanlarda uygulaması yasaklanan Robert White. Klonlama ve genetik manipülasyon,daha az yaratıcılık içeriyor. Asıl başarı, 21. Yüzyıl’da biyokimyanın kuantum fiziği matematiksel modelini tamamlayanda olacak. Kaufman bu konuda henüz emekliyor.

Sanat:

Dans: Butoh. Özelinde ‘Sankai Juku’ grubu (1980’ler).

Sinema: Animeler. Özelinde ‘Ghost in the Shell 1-2’ ve Mamoru Oshii.

Müzik: Uzun yıllar (15 yıl falan) Astor Piazzolla’nın ‘Pulsacion’ları ile, Miles Davis’in ‘Siesta’s arasında kaldım. Şimdi kesin ‘Pulsacion’lar.

Yazın: Bilimkurgu. Özelinde William Gibson ve ‘Neuromancer’i.

Heykel: İnanılmaz gelebilir ama bir Türk, İlhan Koman ve ‘Akdeniz’i. (Üstelik, dilimlerin aralarının gereğinden çok olduğunu düşünüyorum. Artı: Yaşamımın konusu olan asker kaçaklığı ile ilgili, Mehmet Aksoy’un ‘Meçhul Asker Kaçağı’nı o geometrik güzelliğe feda ediyorum.)

Mimari: Gökdelenleri ilk tasarlayan ve Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in mezar anıtını yapan Mies van der Rohe. Kesinlikle le Courbisier değil.

Resim: Yaşlı Pieter Bruegel. Bosch ondan daha iyi ama Bruegel, resmi dünyaya ve insana indirdi.

Tiyatro: Antonin Artaud. Kendisinin bile uygulayamadığı bir tiyatro hayal etti ve doğru yoldaydı, haklı çıktı.

Fotoğraf: Şimdilik Diane Arbus. Yaptığı % 1, yapabileceği % 10 verimlilikte bile olsa. (Aslında, Gorski idi ama onun başarısı ondan önce 2 kez becerilmiş, sonradan öğrendim.)

Felsefe:

Mantık: Aristo ve Lao Tzu.

Ontoloji: Aristo ve Lao Tzu. (Bu 2 satır üzerine onlarca makale yazabilirim, birlerce yazdım bile...)

Fenomenoloji ve Epistemoloji: Yok. Boş küme.

Hukuk: Hammurabi ve yasaları.

Ahlak: Boş küme.

Din: Ateizm. (İlk gerçek ateist üzerine farklı söylenceler var.)

Siyaset: Neçayef. Tam başarı. Yaşamıyla, dediklerini kanıtladı. Marx tersini yaptı. Sun Tzu, ondan daha büyük ama daha kuramsal, şerhlerle epeyi yanlışlandı da. 2 dünya devrimini yapan Lenin ve Mao, Hitler, Cengiz Han’nın yanında nasıl cüce kalıyorsa, geleceğin devrimcileri karşısında öyle kalacak, ilk olmak, en büyük olmak demek değildir.

(3 Mayıs 2008)

Tokofobi

“Tokofobi, doğum yapma korkusu. Ve aynen diğer fobiler gibi hayatı kabusa çevirebiliyor. Ne var ki klostrofobi ya da kapalı yerde kalma korkusunun sadece kişiye zararı oluyor. Oysa tokofobi, artık Batı ülkelerinde nüfus artışını tehdit ediyor.”


İşte sosyal psikolojinin antrpomorfik faşizminin en açıkseçik önyargılarından biri: Kadınlar doğum yapmak içindir. (Bugün Almanya’da 5 çocuk yapan kadına, çocuk başına 3’er yıldan, 15 yıl bakıp, üstüne bir de bedavadan emekli ediyorlar: Hitler bile bu kadarını tahayyül edemedi.)

Olayın ve olgunun öncülleri var:

ABD’de tek başına yaşayanların oranı % 75’i buldu.

Letonya’da boşanma oranı % 75’i buldu.

Yani, Batılı bir kadın hamile kaldığında, üniversite bitirene dek o çocuğa, 23 yıl tek başına bakacak ve para ödemesi yapacak, demektir.

Ne için?

İş yaşamı sekteye uğrayacak.

Toplumsal yaşamı, bebek nedeniyle, yıllarca sıfırlanacak.

Kendine sıfır zaman ayıracak.

Tatil bile yapamayacak.

İhtiyarlığında, ona çocuğu değil, huzurevi bakacak.

Batı’da bir çocuğun yıllık gideri, harcanabilir ortalama kişi başına GSMH olan 20.000 avronun üzerinde, 30.000 küsur avroyu bulabiliyor. Bir kadın, 23x30= 700.000 avroyu kenara koysa, sağlık ve emeklilik sigortası da olsa, gelse Türkiye’de Güney’de 20 yıl, içkisini içip, jigolosunu tutup, o paraları çatır çatır yiyip, mirasçısız ve mirassız olarak ölse, hangisi yeğ?

Buna ‘fobi’ değil, ‘rasyonelizm’ denir, ‘hesap kitap bilme’ denir.

O nedenle, tokofobi değil, atokofili...

Dipnot: Tarihsel olarak, Avrupa Kavimler göçünü geçmişte neredeyse 3.000 yıl boyunca Asya’dan / doğudan Avrupa’ya / batıya doğru yaşadı. Şimdi bu durum, Güney’den Kuzey’e doğru. Her ikisinde de sarıkafalıların arasına karakafalılar karışıyor. Şu andaki siyah saçlı Avrupalılar’ın % 80’i asya kökenli. 2500’de bu % 50’si Afrikalı biçiminde olacak.

(4 Mayıs 2008)

Uzay Günü

“ABD’de Lockheed Martin şirketinin önderliğinde 1997’de bir ticari konsorsiyum tarafından başlatılan ve her yıl mayıs ayının ilk cuma günü (2008’de 2 Mayıs ) kutlanan Uzay Günü çerçevesinde 101 faaliyet öneriliyor.

Uzay Günü’nde kişisel kutlamalarda bulunmak için ‘spaceday.com’ web sitesine girilerek, bu yıl sonunda fırlatılacak NASA’nın uzay aracı Ay Yörünge Kaşifi’nin dijital veri tabanına ücretsiz isim yazdırmak, hatta projeye katılıma dair bir sertifika çıktısı almak mümkün. Eğer, Ay yüzeyine isimle birlikte, bir fotoğraf da konmak istenirse, Google’ın ‘Lunar X Prizes’ programının, ‘Lunar Legacy’ veri tabanına 10 dolar ödeme yapmak gerekiyor.

10 Mayıs Astronomi Günü’yle birleştirilerek yapılabilecek Uzay Günü kutlaması için bir başka seçenek de, NASA’nın ‘Phoenix Mars Lander’ aracının 25 Mayıs’ta Kızıl Gezegen’e inişinin internet üzerinden izlenmesi.”


Alın size işte uzay turizmi:

20 milyon dolarınız varsa, uzaya UUİ’na gidip, kalıp dönüyorsunuz. Şimdilerde 10 milyon dolara düştü sanırım.

200.000 dolarınız varsa, 20 saniye yerçekimsiz yörünge altı uçuşa katılıyorsunuz.

10 dolarınız varsa, Ay’a adınız ve fotoğrafınız konuyor.

Sonuncusuna sizce kaç kişi katılır? Bence 1 milyon değil, hatta 100.000 değil, 10.000 ve üzeri kişi katılır. (Bunu sonradan denetleyeceğim.)

Bunun kaç kişisi Türk olur acaba? Bu yazıyı ortalama 300 kişi okuyacak. 1 kişi bile çıkacak mı o kümenin içinden?

Ben bu işi yapmayacağım. Turist denilen yaratık türüyle hiç hoşlaşmam, uzay turisti olmaya da niyetim yok. 20 milyon dolarım olsaydı da, uzaya gitmezdim. (Kafamda başka projeler var çünkü.) Ancak, ölene dek yıldızlara bakmayı sürdüreceğim.

Gelelim işin kültürolojisine:

Zamanında, uzaycılığın devlet işi olmadığını söylediğimde bana gülerlerdi. Uzaya gitmiş hiçbir astronot uzaycı değil, Gagarin hariç. (Bunu ‘Uzay ve Psikoloji’ kitabından biliyoruz.) Uzaya gitmek uzaycıların işi. Örneğin, Microsoft’un ikinci büyük ortağı Paul Allen, özel uzay uçuşlarına ödül koydu ve kazanana 10 milyon dolar ödedi.

İnternet nasıl devlet denetimine girince, Türkiye’deki ve şimdiki gibi oluyorsa, uzay da devlet denetimine girerse, yalnızca bir savaş hacmi olur. Şimdiye dek de öyleydi. İlk kuşak uzaycılar, pratisyen Goddard’ın ve teorisyen Tsiolkovsky’nin düşleriningerçek olması için, 2 dünya savaşı yaşamamız ve insan türünün yok olabileceğini görmemiz gerekti. Yoksa, sanayi toplumu da, 1 milyon evrilmeyen Aborijinler gibi, evrilmeden kalacaktı.

Gagarin, ikinci kuşaktı ve uzaycılığı ilk gerçekleştirendi. Allen ve 3. kuşak, artık asıl uzaycılık ideolojisinin praksisine (teori ve pratik sentezine) geçtiler. Şimdiye 6 uzay turisti oldu.

2010’larda 10-20 kişilik mekik uzay gezileri şimdiden hazırlandı, kayıtlar yapıldı, yolcular ücretlerini ödedi bile...

Şimdilik türün yok olması tehlikesi de, kısa bir hakem molası vermiş durumda. 2010-2020 arasında Ay’da kalıcı üsler kurulması garantide, çünkü 5-6 ülke birden işin peşine düştü.

O yüzden, hepinize gerine gerine ‘uzay günüm kutlu olsun’ diyorum.

(4 Mayıs 2008)

Dünya’nın Ay’dan Başka Uyduları Var mıydı?

“Bilimadamları, Dünya ve Ay’ın birbirine karşı çekimlerinin tam dengede olduğu Lagrangian noktalarında, milyonlarca yıl önce küçük uyduların bulunduğu ihtimalini konuşuyor. Bu noktalara takılan ve adına Truva uyduları denen cisimler, başka bir kuvvetin etkisi olmazsa, sonsuza kadar sabit durabiliyor.

Bilimadamları, Ay’ın, bundan 4,5 milyar yıl önce, Dünya’ya Mars büyüklüğünde bir cismin çarpması sonucu oluştuğunu düşünüyor.”


Bu kuramda birkaç açık var:

Mars’ın kütlesi, Dünya’nınkinin 9’da biri. Bu bir asteroit olamaz, çok büyük. Ancak, başka bir güneş sisteminin kalıntısı bir gezegen olabilir. Böyle bir olasılık çok düşük. Artı, Dünya’da ve Ay’da asteroit türü malzeme bulunması gerekirdi. Tüm bunlara karşı tek seçenek, çarpışmanın hepsini sıvı duruma geçirmesi ve tam bir yoğrulma olması. Bugün için, Güneş Sistemi türünde bir sistemin Dünya türündeki bir gezegeninde hangi elementlerin hangi oranlarda bulunması gerektiğini bilmiyoruz. Yani, Yıldız Sistemi modellememiz yok. Bir tane vardı, geçersiz olduğu gösterildi.

O kadarlık bir kütle, Dünya’nın yörüngesini belirgin biçimde etkilerdi. Oysa Dünya, ‘T kare / R küp’ yasasına uyar.

Kopacak daha ufak parçalar, uzaya savrulur giderdi. Dünya’da taa Mars’tan gelmiş kaya parçaları var.

Pluton’un Charon’u var. Kimse Charon’un Pluton’dan koptuğunu önesürmedi bugüne kadar. Ay’ın Dünya’dan kopmuş olması gerekmez. Malzeme eşitliği, o zamanlar her iksiinin sıvılığı / akışkanlığı ile de açıklanabilir.

Ay’ın Dünya’dan kopmuş olmadığını önesürmüyorum.

Yukarıdaki savlardaki mantıksal açıkları ortaya koyuyorum.

(8 Mayıs 2008)

Borsanın Bağırsakları

Abdurrahman Yıldırım Sabah’ta yazan bir ekonomi yazarıdır. Kendisini 7-8 yıldır okurum. Bir günden bir güne, borsa dahil tüm ekonomik konularda makul yazdığını izledim.

Bu kez, 13 Mayıs 2008 tarihli nüshada, ölmüş bir borsacıyla, 3,5 yıl önce yaptığı bir söyleşinin özetini yazmış. Yani, borsanın bağırsaklarını aşağıya dökmüş.

Rahmetli Mustafa Yılmaz’ın saptamaları ve yorumlarım aşağıda:

Öncelikle, kendisi ‘Çiller’in borsacısı’ olarak ünlenmiş. Çiller denince, aklımıza ne geliyor?: Türkiye tarihinin en büyük enflasyonu ve en büyüğe yakın devalüasyonu. Böyle birinin dediklerini, baştan yarım kulak keserek dinlemek uygundur.

“Borsa tam rekabet kuralının geçerli olduğu yerdir. Liberal ekonominin kalesidir.”

Borsa liberal ekonominin tapınağıdır. Para dininin mensupları, gider orada güç ibadeti yaparlar, amaç kar değil, birilerini ezmektir. Rekabet ise, koskoca bir yalandır. Bakınız, aşağıdaki paragraf.

“Bu küçük yatırımcı işi borsanın başına bela olmuştur. Bunların borsaya hiçbir katkısı olmamıştır. Benim, Mustafa Yılmaz olarak hiçbir şikayetim olmamıştır. Benim gibiler de şikayet etmiyor. Bunlar kuru kalabalık. Varlıkları borsanın % 8'i. % 92'ye karşı % 8'i korumak için ne uğraşıyorlar?”

Tam Fordizm (bu minibüsteki fordculuk değil) ve vahşi kapitalizm anlayışı: Bağlayınız kuşları, bırakınız aslanları geçsinler ve onları yesinler, pardon yapsınlar.

% 8, % 92’ye karşı korunmazmış: Lafa bak. Demek istediği şu: Özel ve tüzel kişi oranı olarak % 1 biz, borsanın % 92’sine sahibiz, işimiz o kerizleri silkelemek (bu deyimi bir borsacı aynen kullanmıştı ve bu haber olmuştu). Unutmayın, bir zamanlar borsada 1,5 milyon yerli yatırımcı vardı.

“Dünyanın en zor, en çok bilgi gerektiren yeri borsadır. Borsa beladır.”

O bilgi, Dünya’da da, Türkiye’de, ‘inside trading’ denilen, bizim ‘tüyo’ dediğimiz yollardan edinilir. İşin en komik yanı, hisse senedinin şirketinde veya ‘broker’ olarak borsada çalışan en yakın arkadaşlarınız, bile bile size yanlış tüyo verir ki asıl onlar para kazansın.

“Kalite varsa, eskiyince antika olur. Kalite yoksa, eskiyince hurda olur. Bu her zaman geçerli ölçüdür.”


Bunu şöyle okuyun: Borsa endeksi dolar üzerinden dipte iken, ne alırsanız alın, uzun vadede o size kazandırır. Bunun nedeni de, düşen reel faizlerdir, borsanın kendisi değil. Gecelik bankalararası faiz % 1.500, devlet faizi % 140 iken, değil borsa, mevduat bile kalmamıştı, bakınız 2001 başı.

Ne demişler?

İmamın dediğini yap, yaptığını yapma.

Borsacının dediğini yapma, yaptığını yap.

Dipnot: Yıldırım yıllar önce, o % 8’in 3 büyük borsa krizinde 24 milyar dolar para kaybettiğini yazmıştı. Bir de, bugünkü durum itibarıyla yabancıların 1’e 3 kazanıp, yerlilerin % 25-30 yitirmiş durumda olduğunu...

(13 Mayıs 2008)

Ayılana Esrar, Bayılana Eroin

Yurdum insanı uçmuş, gerçekten tam uçmuş.

Ankara Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma ve Tedavi Merkezi (AMATEM) Direktörü Doç. Dr. Nesrin Dilbaz’ın tespitleri şöyle:

“Bağımlılığı tümüyle ortadan kaldırmasını beklemek çok ütopya, çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.

Ankara’da AMATEM’e gelenlerin % 41’i Ankara dışından. En sıklıkla gelinen yerler Van, Hakkâri, Gaziantep, Kilis.

Eroin kullanımında, özellikle Antep ve Kilis’te, damar içi kullanımı daha yaygın.

Biz bütün literatürleri deliyoruz. Van’da Böğrüpek Köyü. 61 yaşında amca ilk defa eroin kullanmaya başlıyor. Yani, literatürde dünyada 35’inin üzerinde eroin kullanmaya başlayan yoktur. Böğrüpek Köyü’nde 55 yaşında teyze var, kullanıyor. Nasıl başlamış? Romatizma ağrılarına iyi gelecek diye, afyon sakızıyla başlamış, sonra eroinle devam ediyor. Antep’ten evli ve eroin bağımlısı hanımlar geliyor.

Van’daki bir hanım hastam şunu demişti, misafirliğe gitmiş, orada sigara ikram eder gibi eroin ikram etmişler. O kadar kanıksanıyor. Bir şeyi televizyon aracılığıyla bir insana çok fazla gösterirseniz, bir süre sonra o, şiddet mesela, kanıksanır hâle gelir.

Nargile ile başlıyor, esrara dönüyor.”


Önce ciddiyet:

Şu anda piyasada satılan bazı tütsülerin içinde, esrarın yapıldığı, ‘canabis canabis’ bitkisi de var. Hindistan’tan geliyor bunlar. Üzerinde İngilizce olarak ‘zehiri alınmıştır’ yazıyor ama insanlar bu kokuları yıllardır duyuyor, bilinçaltlarına yer ediyor, uyuşturuculu esrarla aynı kokudalar. Milyonlarca kişinin etkilenmişliğinden söz ediyorum. 15 yıllık gözlemimdir.

Şimdi gayrıciddilik:

Bundan kabul günlerinde hanımlar arasında şöyle diyaloglar olağanlaşacak demektir:

“Ayşe Nine, kekinizi LSD’li mi alırdınız, ‘ecstasy’li mi?

LSD’li olsun evladım, ‘Ecstasy’ bende çarpıntı yapıyor.

Çocuklar, esrar nargilenizi balkonda için, biliyorsunuz kapalı alanlarda sigara yasağı başladı.

Evladım, bu şırınga temiz mi?

Tabii Nalan Teyze, amcamın oğlu hastanede hademe, o getiriyor, bir kez kullanılanlardan, bak paketi üstünde.”

Eee, bir ülkenin milletvekili uyuşturucu kacakçısı olur, bilmem ne sarayları açar, aylarca kaçak olur, bir türlü yakalanamaz ise, olağan insanlarımız da böyle yapar. İmam-cemaat meselesi...

ABD’deki basit ve açıkseçik bir olgudur: Uyuşturucu kaçakçıları ve satıcıları, onu en çok kullananlar arasındadır, çünkü malı bedava bulurlar. Torbacılar ise, kendi tayınını çıkarmak için, yeni bağımlılar yaratır. Bunun için de önce, malı bedava dağıtır, sonra adım adım fiyatı yükseltir.

Bu işin cılkı, iç savaş dalgası ve liberalizm eşlenikliği ile çıkmaya başladı. Türkiye, İnterpol’ün saptamasıyla, bugün 1 trilyon dolarlık ciroyu geçen, Dünya uyuşturucu trafiğinin üçte biriyle doğrudan ilgili durumda. Hem Orta Asya, hem de Hindiçini üretimi, Türkiye üzerinden AB’ye gidiyor. Daha abartılısı, Kolombiya’dan da buraya kokain sevki başladı.

20 küsur yıl boyunca, bu konu devlet tarafından yok sayıldı.

Şu anda Türkiye’de 3-4 milyon kişi uyuşturucuyla doğrudan ilintili durumda. Bunu düşürmenin tek yolu, 5.000 polisin ve 20.000 kaçakçının ölmesine mal olabilecek bir savaşın başlatılması. ABD’de öyle oldu, o da ancak bağımlı sayısını sabitlemeye yaradı, düşmesine değil. Türkiye’de böyle bir işe kalkışacak hükümet, henüz anasından doğmadı. 80 milyonda 12 milyon kullanıcıya çıkınca, çare aramaya başlarlar. Yapabilecekler mi? 10 yıl sonra görürüz.

(19 Mayıs 2008)

Bilgiler Kitabı

Derleyen: Constantin von Barloewen.

Altbaşlık: Çağımızın Önemli Düşünce İnsanlarıyla Söyleşiler.

Versus Yayınları, Mayıs 2008, 480 sayfa.

Kitabın adı ‘Bilgisizlikler Kitabı’ olmalıymış.

Tarihsel bir gerçek var: 11 Eylül 2001 bütün entellektüellerin ve entelejensiyanın (düzene bağlanmış entellektüellerin) ezberini bozdu. Ne cami kaldı, ne namaz, ne de kıble. Dımdızlak ortada kaldılar.

İlkin bunu gördük:

Entellektüeller sürekli özgürlüklerinin kısıtlanmasından yakınırken, katastrofik bir olay paradigmatik duvarları yıkınca; özgür kalan evcil kuşlar gibi, kafeslerini terkedemediler. Kapıkulu ruhuyla, kendilerine bağlanacak yeni kapılar aradılar. Kimi buldu, kimi bulamadı. Kimi yıllardır hala köşe kapmaca oynuyor.

Bunu en çok, 11 Eylül’ün hemen ertesinde, onların 11 Eylül’ü yorumlayan yazılarında ve (11’09’’01’’’) filminde gördük: Entellektüellerin hiçbirinin tarih bilinci yokmuş. Buna Batıcısı da dahil, Doğucusu da dahil, haymatlosu da dahil, kaybolmuşları da dahil, zaten kaybolmuşların sayısı tama limitlendi sayılır. Orhan Pamuk Manhattanlı oldu. Salman Rüşdi Batı’nın yanında yer aldı. Eski CIA ajanları ABD’ye serinkanlılık öğütleri vermeye başladı, çünkü Haziran 2008’deki Irak’taki sonucu, Ekim 2001’de çoktan biliyorlardı, zaten o saldırı planlarını hazırlayanlar da onlardı. Emekli olunca, Güneydoğu’da yapılan hataları döktüren generallerimiz gibi onlar da, akil adam yazar olunca, kendi hatalarına ders vermeye kalktılar.

Aynı durum bu kitapta da apaçık gözleniyor. Daha önce de 20. Yüzyıl sonu ve 21. Yüzyıl başı bilançolama kitaplarında da gördük: İnsanlarda ne apsis var, ne ordinat, koordinat desen darmadağın. Kimi yolunu gözleri kapalıyken iç gözüyle bulur, kimi açık gözle bakarkör yürür. 20. Yüzyıl’ın ilk yarısı 2 dünya savaşı ve 2 dünya devrimi demek oldu, ikinci yarısı yeni bir Orta Çağ’a giriş demek oldu. Kitaptakilerin hiçbiri bunlara aymadığı gibi, o dönemlere karşı nostalji yapıyorlar.

Kitapta söyleşi yapılmış kişilerin adları: Adonis, Boutros Boutros Galli, Erwin Chargaff, Regis Debray, Carlos Fuentes, Nadine Gordimer, Stephen Jay Gould, Samuel Huntington, Philip Johnson, Leszek Kolakowski, Julia Kristeva, Claude Levi-Strauss, Federico Mayor, Yehudi Menuhin, Czeslaw Milosz,  Oscar Niemeyer, Amos Oz, Raimon Panikkar, Paul Poupard, İlya Prigogine, Arthur Schlesinger, Michel Serres, Wole Soyinka, Edward Teller, Tu Wei-Ming, Paul Virilio, Eli Wiesel.

Böylesi bir kitapta bir kardinalin yer ne olabilir? Bir kardinal veya Papa, dünyanın geleceğini aydınlatacak ne söyleyebilir? Hala engizisyonları, hala fetvaları, hala aforozları var.

Yehudi Menuhin’in yerinde, neden Levi Shankar (o da keman çalar ama 12 tellisini), Ravi Shankar veya Zakir Hussain yok?

Yaşam yapay olarak üretilmek üzereyken, yaşamın ne olduğunu hiçbir bilimcinin bilmediğini önesüren birinin (Chargaff) bu kitapta ne işi var?

O kadar yazarın arasında neden tek bir bilimkurgucu yok?

Che haini Debray’a gelecekbilimden, hem de olumsuz söz etmek sırası ve hakkı, ‘Geleceğin Kısa Tarihi’ni yazan Jacques Attali varken, nasıl ve neden geldi?

Klonlama, GDO, bedensel (donanım) ve zihinsel (yazılım) ölümsüzlük, uzaycılık, robotçuluk, androitçilik, uzaycılık, trans-, post-, meta-hümanizm, siborglar, siberuzay, zenopsikoloji nerede? (Tarayın bunların hepsi için onlarca resmi ve anti-resmi internet sitesi var. Wikipedia’da tanımları var.)

5.000 yıllık dünya sistemi nerede? Tarihçiler nerede? Huntington bir tarihçi mi? Kültür emperyalistleri ne zamandan beridir, kendilerine anarşist söylemlerde yer buluyorlar?

Durumumuz çok açıkseçik ortada:

Modern dönem 1945’te bitti. Post-modern dönem 1989’da eski Doğu Bloku’nun çözülmeye başlamasıyla (aslında 1986’da Çernobil ve Challenger felaketleri ile) bitti. Post-post-modern ve/ya post-2-modern dönem 11 Eylül 2001’de bitti. Şimdi post-3-modern dönemdeyiz. Tüm bu geçiş süreçleri, 1950’lerde ilk bigisayarların yapımıyla başlayan, 2. Sanayileşme ve/ya bilgi toplumu denen kültürel moda geçiş süreçleri. Son derece sancılılar. İnsan türü düz yolda yürümeyi 12.000 yılda öğrenemedi henüz.

Yeri gelmişken, Türkiye’nin durumu da çok basit ve açıkseçik ortada: 1923-2013 = 90 yıl = 3 adam (Atatürk, İnönü, Bayar) + 3 darbe (1960, 1971, 1980) + 3 liberalizm (1983 Özal, 1993 Çiller, 2003 Erdoğan) = 9 dönem.

Yabancı veya yerli malı  okumuş cahillerin bilgisel hataları daha çok göze batıyor, burada kurukafa gibi karanlıkta sırıtıyor.

Kitap bu açıdan okunmalı: Tam bir negasyonla. Entelejensiyanın dediğini de yapma, yaptığını da yapma. Olmayı savladığı, kültürlerarası kütüphanelikle, uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sonuç ortaya çıkmış.

Son sözüm Versus Yayınları’na:

Anarşistler hiçbir zaman paragöz olmadı. Bunu özellikle, kendisi de anarşist metinler yazan, çevirmen Işık Ergüden’e söylüyorum. Bugün Neçayef ve Stirner çevirileri bedava olarak internette duruyor. ‘Karşı’ da neye karşı? Bu kitabı okuyabileceklerin veya okuması gerekenlerin, o fiyatı ödeyemeyeceklerini editörler bilmiyor mu, yoksa buna aldırmıyorlar mı?

(7 Haziran 2008)

Yılanın Zehirlisi

Soktu mu insanı öldürür.

Ancak, vakıa aynı rivayet muhtelif, durumundayız. Türkiye’deki yılanların kaçının zehirli olduğu konusunda muhtelif önesürümler mevcut:

“Türkiye Herpetoloji (sürüngenleri ve amfibileri inceleyen bilim dalı) Derneği Başkanı, Adnan Menderes Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr olgun, Türkiye'de tespit edilen 53 tür yılandan 15 tanesinin zehirli, 38 tanesinin ise zehirsiz olduğunu ve ülkenin hemen hemen her yerinde yaşadığını belirtti.”


“Uludağ Üniversitesi (UÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü Zooloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. İsmail Hakkı Uğurtaş, Türkiye'de 41 yılan türünün yaşadığını ve bunların sadece 12'sinin zehirli olduğunu söyledi.”


Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü 4. Sınıf (Zooloji ağırlıklı) sınıf öğrencisi Naşit İĞCİ, Ocak 2008’de 19 zehirli tür listeliyor.


 “3. VİPERİDAE (Engerekli Yılanlar) 4
3.1. Vipera ammodytes (Boynuzlu Engerek) 5
3.2. Vipera kaznakovi (Siyah Engerek) 6
3.3. Vipera lebetina (Koca Engerek) 7
3.4. Vipera barani (Baran Engereği) 8
3.5. Vipera pontica (Çoruh Engereği) 9
3.6. Vipera raddei (Ağrı Engereği) 10
3.7. Vipera wagneri (Vagner Engereği) 11
3.8. Vipera ursinii (Küçük Engerek) 12
3.9. Vipera xanthina (Şeritli Engerek) 13
4. COLUBRİDAE 14
4.1. Malpolon monspessulanus (Çukurbaşlı Yılan) 14
4.2. Telescopus fallax (Kedi Gözlü Yılan) 16
=
11 tür.”


“Ülkemizde bulunan 54 tür yılandan, 13 tür zehirli, 3 tür yarı zehirli, 38 tür zehirsizdir.”


Yani, yandık ki ne yandık. Olay, ‘Snakes on the Plane’ filmindeki, yılan tanımlaması planına benzedi: Mafya, uçaktaki 1 kişiyi öldürmek için, tüm uçağı feromonlayıp yılanlara boğar. Yolcuların yarısı sizlere ömür. O sırada, telsizle yılanbilimciye yılan tarifi yaparlar ki evlere şenlik. Biri der ‘mavi’, biri der ‘mor’. O sırada ‘hart’, yılan birini ısırır. Anlarlar ki yılan mormuş ve öldürücüymüş. Bu da, ona benzedi.

Yurdum insanının, yurdum bilimcisi de böyle oluyor.

Hadi ben inanmadım, ya birileri inanıp, zehirsiz diye kendini tedavi ettirmezse ne olacak?

(18 Haziran 2008)

Oryentasyon Üzerine

Bu oryentasyonun doğu ile ilgisi yok ama yön ile ilgisi var.

Geleneksel zihinbilimde, zihinsel-iç özelliklerimiz, içgüdü, coşum, duygu ve düşünce olarak, iç-orta-dış / kabuk (korteks) beyin olarak yerleştirilen bir düzene sahiptir.

Oryentasyon ‘yönelim’ demektir.

Hem içgüdü, hem coşum, hem duygu, hem düşünce olan çok ender zihinsel-iç niteliklerdendir.

Zihnin / aklın özellikleri, kabaca 2 kümede toplanıyor:

“Toplumsal, dışadönük, edimsel, teknolojik, etkin, aktuel, tümevarımsal, uzman, akıl yürütmeci, analitik zeka:

Gruplarla çalışma, aracılık etme, birinin duygularını anlama.
Yaşıtları ile konuşmaktan zevk alır.
Doğal lider olarak davranır.
Sorunları olan arkadaşlarına önerilerde bulunur.
Klüplere, komitelere ve diğer organizasyonlara katılır.
Başka çocuklarla oynamayı sever.
Bir veya birden çok yakın arkadaşı vardır.
Başkalarına ilgi gösterir.
Pratik yaşam deneyimi vardır. Sokak yaşamını becerir.

X

Bireysel, kişiye dönük, içedönük, kuramsal, tasarımsal, edilgin, potansiyel, tümdengelimsel, disiplinlerarası, sezgisel, sentetik zeka:

Derin düşünce, hayal kurma, hedef koyma, yalnız olma.
Bağımsızlık gösterir.
Kuvvetli yönlerini gerçekçi olarak bilir.
Kendini yönlendirebilir.
Grup ile çalışmaktansa, yalnız çalışmayı yeğler.
Özgüveni ve öztanımı yüksektir.”

Bir de; analitik-akıl yürütmeci ve sentetik-sezgisel zekanın başka bir 2’li tanımı var:

Fizik zeka ve metafizik zeka. (Burada metafizik kesinlikle bir bilim dalı, insan bilimleri dalı olarak tanımlanıyor.)

İşte; doğuştan veya sonradan öğrenilen oryentasyon, bu alanlarda, pusula ile nasıl doğru yön bulursanız, o biçimde doğru yönü bulmak demek.

Ayrıca, pusula yerine Kuzey Yıldızı’nı kullanabilmek de demek.

Aynı zamanda, henüz icat edilmemiş, Pisagor Teoremi’nin 200 bilmem kaçıncı kanıtlanması yönlendirilmesi demek.

Yani: Temelde ontoloji demek.

Düşünebiliyorum, öyleyse varım, demek değil; düşünmezsem yokum, demek.

Düşünmenin yerine, içgüdü, coşum, duygu da koyabilirsiniz, demek.

Fizik gözünüz kapalıyken, içgözünüzle / gönül gözünüzle görebilmek, demek.

Dünya Sistemi’nde 10.000 yıllık ölçekte yolunu yitirmemek demek.

Evren’de 10 milyon yıllık ölçekte (şimdilik kaydıyla) yolunu yitirmemek, demek.

Yönelim, başlamak ama asla bitirmemek, yani tao demek.

(18 Haziran 2008)

TÜSİAD’ın Aklı Tutulmuş

‘Akıl tutulması’, Soğuk Savaş döneminden kalma, anti-komünist, ‘özgür dünya’cı, ‘demir perde’ci söylemin bir kalıntısıdır.

“Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) bugün toplandı. TÜSİAD, Türkiye'nin '’akıl tutulması'’ndan kurtulup, kapsamlı bir anayasa değişikliğine gitmesi gerektiği görüşünü belirtti.”


Darbeler olurken TÜSİAD’ın aklı neredeydi?

Tutulmuştu.

1,5 milyon kişi işkence görürken, TÜSİAD’ın aklı neredeydi?

Tutulmuştu.

Grevler yasaklanırken ve sendikalı işçiler işten atılırken, TÜSİAD’In aklı neredeydi?

Tutulmuştu.

İşsizlik % 20’ye çıkarken ve gelir dağılımı eşitsizliği, yalnızca ilk % 1’in gelirinin arttığı durumdayken, TÜSİAD’ın aklı nerdeydi?

Tutulmuştu.

Sahibi oldukları medya, şeriatçı bir partiyi liberal diye yutarken ve yuttururken, TÜSİAD’ın aklı neredeydi?

Tutulmuştu.

Devlet 1984-2003 arasında 1 trilyon dolar borç öderken, TÜSİAD’ın aklı neredeydi?

Tutulmuştu.

Akıl tutulmasından söz etmek TÜSİAD’a mı kaldı?

Sonuç:

Kılavuzu TÜSİAD olanın aklı tutum tutum tutulur.

(19 Haziran 2008)

Bankalar ve Masraflar

Bankalar 2008 rayiçleriyle, hesap başına yılda 30-40 YTL (24-32 $) arasında değişen işlem bedeli alıyorlar.

Bankaların yaptıkları işlemler için ödedikleri maliyetlere bakalım:

“Şubede gerçekleştirilmesinin maliyeti: 1,5 dolar.
ATM’de gerçekleştirilmesinin maliyeti: 30 sent.
Telefon bankacılığı (IVR-insansız): 15 sent.
Telefon bankacılığı (insanlı): 75 sent.
İnternet bankacılığı: 10 sent.
Cep telefonu bankacılığı: 10 sent.”


Demek ki bu bedel karşılığında yılda en az 20, en çok 320 işlem yaptırmak gerekiyor. 30 işlemden sonrası biraz hayal. Örnekse: Vadeli tasarruf hesaplarında ortalama süre 3 ay, yani yılda 4 işlem yapılıyor.

Bankomatların en çok kullanıldığı vadesiz hesapta (çünkü maaşlar öyle yatıyor) ise faiz sıfır, yani paramızdan bedava faiz kazanıyorlar.

Fatura ödemelerinde valör, haftasonuna gelirse 4 gün oluyor. Otomatik virmanlar desen, arada bir muhakkak aksayıp, size cezalı fatura ödettiriyor. Hesap aktarma desen, deveye hendek atlatmaktan zor.

Ticari bankacılık için, masraf konusunda bir şey diyemem (çünkü çok zaman alıyorlar) ama zaten onlar için ayrı EFT ve çek tahsili masrafları var.

Kendiniz yaptığınız 10 sentlik masraflık internet işlemi için, bankanın 50 sent bedel almasının anlamı ne?

Bankalar madem o kadar az kar ediyor, kredi kartına neden yıllık işlem bedelinden çok ortalama puan-para veriyorlar? (Hele taksitleri ve faizleri düşününce, bankanın batması gerekli.)

Bütün bunları geçiyorum, şunlar beni deli ediyor:

Banka şubelerinin 2 yılda bir dekorasyon yenilemesine gidip, o şubenin müşterilerini toz dumanda veya başka bir şubenin yollarında perişan edip, onbinlerce dolarlık masrafı bir de müşteriden almanın anlamı ne?

Benim 3 dakikada yaptığım işlemi, profesyonel elemanın 10 dakikada yapmasının anlamı ne? (Bugün, 21. Yüzyıl’da bankada ortalama bekleme süresi hala 20 dakika.)

En sonuncusu ve en önemlisi: Güvenlik sorunu. Adını vermeyeceğim, bir bankanın bankomatının önünde soyuluyordum, güvenlik görevlisi ilgilenmedi bile, kamera koyma önerime ise güldü.

Bankaların varlık nedeni, şirketlere kredi vermekti. Bugün bu işlev sıfıra limitlenmiş durumda. Bankalar, bireylere zorla kredi kartı dağıtıp, enflasyonun 10 katı faiz alıp, yuvarlanıp gidiyorlar.

Hani, yeniden yapılanma olacaktı?

21. Yüzyıl’da 19. Yüzyıl sinekli bakkal zihniyetiyle işleyen bankaları bizlere yutturmaya kimsenin hakkı yok.

(23 Haziran 2008)